26 Ağustos 2009 Çarşamba

Köprü Dayısı Olmak

Dünya çapında ün salmış çok özlü sözlerimiz vardır bizim. Bu tür özünde çok derin anlamlar barındıran cümlelerde her daim kullanılır büyüklerimiz tarafından. Biz küçüklerde arada bir de olsa kullanmıyor değiliz aslında. Bazen muhabbetin en koyu yerine öylesine cuk diye oturuveriyorlar ki fazla söze hacet gerekmiyor. Bazen de kara kara düşündürüyorlar insanı. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” vecizesi de bunlardan bir tanesi. Acaba bu vecizeyi duymayan var mıdır diye düşünüyorum. Çünkü haksızlık, kayırmaca o kadar yaygınlaştı ki günümüzde bu tür durumlarla karşı karşıya kalan biz küçükler şikâyetçi oluruz da teselli olarak bu cümleyi işitiriz büyüklerimizden. ”Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek.”

Fıtratından kaynaklanan bazı özel nedenlerden dolayı haksızlığa katlanamayan bir grup benvari haddini bilmez azınlık da bir türlü anlam veremez bu duruma ve verilen teselliye. On dokuz yıllık eğitim hayatım ve on altı yıllık iş hayatım boyunca karşılaştığım öğretmenlerim ve işverenlerimin takınmış olduğu tavırlardan olacak hep şikâyetçi olmuşumdur söz sahibi olan büyüklerimden. Bundan dolayıdır ki yirmi beş yıldır ailem bana hep şunu söyler “evladım sık dişini biraz ne olursun köprüyü geçene kadar ayıya dayı de ne olacak sanki!.”

Aslında dayı demek çok kolay bende söyleyebilirim ama gelin görün ki eğitimcilere “öğretmenim ” demeyi tercih ediyorum. Düşünüyorum da galiba okulu köprü öğretmenlerimi ayı olarak görmek istememeden kaynaklanıyor bu durum. Ancak bu düşüncemi henüz ne büyüklerime ne de öğretmenlerime anlatabilmiş değilim. İleride eğitimci olacak olan biri olarak öğretmenim kelimesi daha bir cazip geliyor bana. Asıl olan da bu olsa gerek. Bazen çok sıkıldığım hatta kendi kendime bir şey olmaz kardeşim dayı deyiver gitsin ne olacak sanki diyorum ama başka bir vecize dikiliyor karşıma. “ne ekersen onu biçersin.” Şimdi ben öğretmenlerime dayı dersem yarın benim öğrencilerim de bana dayı diyecekler muhakkak diye düşünüyorum. Eğitim dönemi bittiğindeyse bir ayı olmak istemiyorum. Bundan dolayı susmayı tercih ediyorum mecburen.

Beni suskunluğa mahkûm eden makam mevki ve söz sahibi büyüklerime sesleniyorum “ne olursunuz dünyayı köprü olarak görmeyin !”. Bir gün farklı bir köprüden birlikte geçmek mecburiyetine düşersek ki atalarımızın bir tabiri var “Dağ dağa kavuşmaz ama insan ansana kavuşur ” sizleri gördüğümde “aaa bu bizim ayı değimliydi ” demek istemiyorum…

Görevini hakkıyla yapan ve belirttiğim gibi kayırmaca ve haksızlık yapmayan makam mevki sahibi insanlar üzerlerine alınmasınlar lütfen.

Sürç-i lisan ettiysek affola..

24 Temmuz 2009 Cuma

Dostluğa Dair..

Etrafına huzur saçan, gözlerinin içi gülen insanlar olsun istiyoruz yanı başımızda. Hani şu eskilerin tabiriyle öyle dostlar arkadaşlar arıyoruz ki, ömrümüze ömür katsın! Onları yalnız bu dünyada değil, öte dünyada da isteyelim, yani ahretliğimiz olsun.

Bir gün bunalırsan ve sıkıntını paylaşmak istersen beni ara….
İki elim kanda olsa gelirim, sıkıntını yok ederim…

Bir gün ağlayacak gibi olursan da ara beni….
Seni belki güldüremem ama, söz veriyorum senle birlikte ağlayabilirim….
Bir gün uzaklara kaçmak istersen beni aramaktan çekinme….
Seni belki durduramam ama, senle birlikte koşabilirim….

Bir gün yüksek bir köprüden atlamaya kalkarsan da ara beni….
Seninle birlikte atlayamam ama, aşağıda bekler, seni tutabilirim….

Bir gün herhangi bir konuda kararsız kalırsan ara beni….
Seni senden fazla düşünür sana fikirler verebilirim….

Bir gün kimseyi dinlememeye karar verirsen de ara beni….
Ağzımı açmayacağımı, söylemediklerini bile dinleyeceğimi bil….

Bir gün beni üzdüğünü düşünürsen de çekinme, yine ara beni…
Göreceksin, sana kıyamam, kızamam, üzemem seni….

Bir gün beni ararsan ve benden bir karşılık alamazsan….
Söz ver : O zaman sen ulaşmalısın bana….

Çünkü, o an bir dosta ihtiyacım olduğunu bilmelisin….

19 Temmuz 2009 Pazar

AŞKA DAİR

Aşka Dair
Böylesi bir konu hakkında yazmak çok büyük yazım kabiliyeti ve tecrübessi gerektiriyor gibi gelsede, 17 yaşındaki genç bir delikanlı bile öyle şeyler anlatabilir ki aşka dair bazen mantığımız bunu kavrayamaz. 17 yaşını geçirmiş olan bende anlatabilirim diye düşünüyorum. bu yüzden aldım elime kalemi kağıdı.
Düşüncelerim farklı boyutlara girdi şimdi. Ne yazsam diye düşünüyorum. 17 yaşımdaki aşkımı anlatayım yoksa 21 de kini mi bende bilmiyorum. İnsan iki defa aşık olamaz diye düşünen insanlar bu kesin saçmalayacak diye düşünebilirler. nedenine gelince de çok basit bir cevap verilebilir. Aradığımız kişiyi bulamamak. Peki bizi arayışa için sokan şey? Kimileri birşeylere ait olmak, kimileri ise hayatın birinci boyutundan sıkılma olarak tanımlarlar aşkı.
Biz ne düşünüyoruz peki? Bizim ne düşündüğümüz kimsenin umrunda da değildir zaten. Çünkü aşk öyle herkese göre farklı bir şekle girmez diye düşünülür. Ama neden diye düşünen yok. Çünkü bildiğimiz aşkın tanımını yapan insanlar çok büyük yazarlardır, onların söyledikleri mutlaka doğrudur. Peki bireylerin ihtiyaçları, yaşayışları, kültürleri ve yaşadıkları çevre farklı bekış açıları kazandırmaz mı bireye. Hepimiz aynı olaya farklı pencerelerden bakmıyor muyuz? Farklı şekilde eğlenip, farklı zevklerle yaşamı sürdürmüyor muyuz?
Aşk aynı şekilde farklı algılanıp, farklı yorumlanıp, farklı yaşanabilir. Kimileri delikanlılık kitabını elinden düşürmez, kimileri ilk aşklarında aldıkları darbeden dolayı tüm kızları aynı gruba dahil eder, bizimkilerde aşk bize göre değil diye düşünüp kaçarlar ve uzaktan bakarlar hayatın odak noktasına. Hayatın odak noktası diyorum çünkü yaşamın gayesi; öğrencinin, memurun, askerin amirin, işçinin kısaca herkesin tek amacı iyi bir aile ve mutlu bir yaşam değil midir? Bu mutluğu da aşık olduğumuz insanla elde edebileceğimizi düşünürüz hep. Haytımız ilk yılları bu fikirler doğrultusunda şekillenir. Tüm uğraşlar, tüm çabalar ve tüm sıkıntılar bunun için çekilir zaten. Tüm bu yaşananlar kimimize acı çektirir kimimize ise haz verir üstelik doğruluğu yada yanlışlığı bile sorgulanamaz. Sonuç hep aynıdır zaten aman deriz beni haketmiyordu zaten ya da seninle ilk tanıştığımız zamanı hatırlıyomusun bitanem şeklindedir. Genelde ilk durum sözkonusu olduğu için çok fazla irdelememek gerekir aşkı. Zamanını beklemek gerekir tam zamanını, doğru insanı ve doğru yolu takip etmek gerekir…
doğru yol ise evleneceğimiz yada evli olduğumuz kişiye tüm benliğimizle sarılmak ve yaşamın son seniyesine kadar onunla var olan herşeyi paylaşmaktır…. Acıyı, hüznü, sevinci, mutluluğu…
Aşk budur işte gerisi aldatma ve aldanımlardan ibarettir…

ANLADIĞIM...

Anladığım Şey…
anladığım tek şey
ve de algılayabildiğim
kaybetmek oldu ömrümde…
haklıydı aslında hayat,
öyle delicesine tutulmamalıydım
ve bir ayna misali
yansıtmamalıydı içimdekileri
puslanmış gözlerim.
herşeyiyle yalanmış yaşamak
yani nefes almak…
tabi yaşamak sa sadece nefes almak?
ölüme susar mı acaba herkes?
acaba hepimizin mi aynı içindekileri!
yoksa sadece ben miyim
yaşamayı, insanlarıbu kadar ciddiye alan?
şaka gibi bir şey mi hayat
yada bir sarhoşluk mu?
bir heves mi yada
algılanan ya da algılayabildiklerimiz…
bu kadar basit mi ki
hani o söz veripte tutamadığımız sözlerimiz?
öyleyse eğer,
yaşadıklarım bir kurşun kadar,
hafife yada ucuza gider…
ve ardından soğuk bir barut kokusu
paslanmış sakallar
yada
ayak uçlarına kadar uzamış sakallar….
ama yeter bu kadar…

HAYAT DENEN DERYAYA DAİR

Önemli olan imkansızlık denizinde
her gördüğün limana demir atmak değil
kendince bir liman yaratabilmektir
denizin ortasında olsan bile…
hem Bilmek ayrıdır
Uygulamak ayrı
Zorlukları zorluk olarak görmeyeceksin bir kere
Sana haz verecek onlar,
Haz vermeli bence….

OLGUNLUK

Olgunluk
Öyle şak diye olacak bir şey değil aslında,
Kaybetmek gerekir ilk olarak,
Ağlamak,
Sızlanmak,
Sessiz kalmak hayata karşı,
Hatta bazen intihar teşebbüsleri gerektirir,
Bazen bir şiir yazmak,
Resim yapmak,
Müzikal bir enstrüman çalmayı denemek,
Spor kulübüne yazılmak,
Herkese sırt çevirmek bazen de,
Koca dünyada yapayalnızmış gibi hissetmek gerekir bazen,
Çok şey gerekir aslında olmak için,
Olgunlaşmak için,
Öylesine söylemek bazen de,
“Öylesine söyledim” ler dir, insanı öyle ya da böyle yapan zaten…

İMKANSIZLIK DERYASI

Seni anlayamıyorum demelerin vardı hani,
Hani hiç anlayamıyordun ya beni,
Aslında çok da anlaşılması güç değildim,
Basittim aslında.
Basit biriydim senin için….
Belkide bunun için anlayamıyordun beni,
Ama zaten anlayamazsın ki öyle hiç kimseyi.
Sevebilirim diyebilmek gerekir ilk olarak,
Sonra kendin kadar saygı duymak mesela.
Ya da;
Paylaşabilirim diyebilmek.
O sahiplendiğin çok kıymetli sözleri.
Evet evet bu kadar basitti aslında beni anlamak…
Kaçmasaydın mesela,
Ya da susmasaydın öyle delicesine,
Beklilerle örmeseydin bana dair tüm karartıları,
Belkisiz anlardın beni…
Ama yapamadık işte,
Çünkü benim seni sevdiğim kadar,
Sen de benden uzaklaşmayı seviyordun.
Bilmediğin bir şey vardı aslında,
Kaçtığın kadar kovalanmazsın, kovalanamazsın ki,
Çünkü kaçtıkça uzaklaşırsın…
Bu ayrımı yapamadın işte…
Bilmiyordun ama,
Kaçan sendin ve içindeki bendim yanında olan,
Sen var ya sen,
Sen kaçamayacağını bile anlamadın…
Çünkü umutlarımdın sen,
Ve umutlarla vardı hayat…
Basitti yani,
Bukadardı işte…
Ve sen
Bir ayna bulsaydın eğer
Tüm sadeliği, açıklığı ve çıplaklığıyla,
Karşında bulabilirdin hayata dair tüm umutlarımı…
Bu kadar basitti işte,
Basitti yani anlaşılmam…

AHU FERYAD

AHU FERYAD…
Bir yıldız daha kaydı işte
Mutlu olsun kıranlar
Kırdıkça sevinenler…
Acaba sizde hak edecek misiniz gözyaşlarını.
Bir düşünün bence neye yarar şimdi
Sevseniz, sarılmak isteseniz ne çıkar
Gitti işte dedim ya bir yıldız daha kaydı
Ve hiçbiriniz tutamadınız onu ellerinden…
Üzülün bence
Bence ağlayın sabahlara kadar
Hatta kendinize bile küsün atın ellerinizdeki kitapları…
Onlar hep yalan söylerler…
Tutunmak derler hayata
Neyine tutunacaksak bilmiyoruz ama tutunun diyolar ya işte…
Onlar hiçbir şekilde döndüremeyecekleri birilerinin ardından dövünmemişler dövünememişler…
Ya da bir evladın baba diye feryat figan içinde boşluklara sarılıp ağladığını hissedememişler ki…
Tutunun diyorlar hala
İnadına kendileri gibi olmamızı istiyorlar.
Sizedir bu feryat tutunmaya tutunanlar,
Tutunun bakalım
Ama unutmayın ki
bir damla gözyaşı dökülmeyecekse arkanızda
tutunmayın hiçbir şeye….
Benden de istemeyin böyle bir şey.
Ben ağlamak istiyorum,
Bırakın çıkın lütfen,
Girmeyin dünyama…
Nedir ki sizin avuntunuz,
Nedir bağlayacağınız beni…

SEN VE BEN

Her şey sende gizliydi
Sen fark etmedin bile.
Umutlar vardı, bir de hayaller,
Düşler vardı birde,
Yarınlara dair…
Gitti işte hepsi, bir kuş olup uçtular…
Yani Sen gittin hepsi gitti
Acımadan gittiniz işte…
Terk ettiniz beni.
Ben kaldım benim içimde,
Bide sen vardın, vedalaşamadığım,
Sığmadın
Sığdıramadım seni
Hiçbir yerine ömrümün…
Ya ben fazlaydım,
Ya da sen,
Sana göre
İkimizden biri fazlaydı işte.
Ben gitmek istedim
Sensizlik ağır geldi,
Sen gitmek istedin
Ben kala kaldım işte…

BİLİNMEYEN

Bilinmeyen…
Bir bilinmeyenle başladık işte,
Ne geldiğimiz,
Ne bulunduğumuz,
Ne de gideceğimiz yer,
Hep aynıydı…

Neydi acaba bu bilin ememezlikler,
Gaye neydi peki,
Ne uğruna çekildi sancılar?
Var olan olmak için mi?
Yok muşluk için mi yoksa?

Ne için kim için bilenecektik ki,
Bir sırdı yaşananlar,
Yaşanılmışlıklar,
Yaşanacaklar…

Basit bir denklemdi hayat,
Biz ama bu denklemi,
Fark edemediğimiz şeylerle
Çözmeye çalıştık…

Neydi peki formülü denklemin,
Acılar, ızdıraplar mı?
Umutlar, umutsuzluklar mı ya da,
Yaşam mı yoksa ölmek mi?
Sen ve ben olabilir miydik ya da?
Ama sen beni,
Ben seni bilemedik.
Tanımadıkça büyüştük,
Çözümsüzleştik birbirimize.

Sen yaşamı,
Ben seni seçtik,
Yaşandı bilinmeyen işte…

Kendimze dair…

Kendimize dair…
Hayat denen deryada dönüp arkamıza yani aslında çok şey yaptığımızı sandığımız geçen onca yıllara baktığımızda, oturup saatlerce ağlamamız gerekirken ne kadar aciziz ki hala o lüzumsuz şeylerin peşinden koşmaktayız. Hala kendimizi kandırmak için uğraş veriyoruz neyin ne olduğunu bildiğimiz halde.

Bize kalacak olanın sadece yapmış olduğumuz ve yapmayı planladığımız eylemlerin doğruluğu ya da yanlışlığı olduğunu, çevremizdeki insanlara, olaylara, gerçeklere, sevdiğimizi sandığımız ailemize, dostlarımıza karşı takınmış olduğumuz tutumumuzun ne kadar önemli olduğunu bildiğimiz halde bu ne kaçış… Bu ne serzeniş… bu ne çaresizlik takıntıları hala anlamış değilim.

Hayatı sadece bizim gördüğümüz o küçücük, o dar çerçevelere sığdırma arzumuz ne kadar komik ve ne kadar acı. Bu acılar içinde maruz kaldığımız ya da bırakıldığımız o ızdarapları hemen unutabilecek kadar sersem oluşumuz, körlüğümüz, sağırlığımız, dilsizliğimiz, vefadan bihaber yaşamaya çalışmamızsa cabası.

Bize bahşedilen onca nimetlere karşılık takındığımız vurdumduymazlığa ne demeli? Ya nankörlüğümüz, göz açlığımız, bencilliğimiz peki? Tüm bu güzelliklere ve hatta acılara karşı hemen unutmalarımız, unutkanlıklarımız…
Nereye kadar gidebilinir o da muamma ama söylenebilecek tek şey umutvar olmak, iyiyi, güzeli düşünmek ve onu bulmak için tüm bu sıkıntılara katlanabilmek olur galiba.

MUTLULUK

MUTLULUK
Bence insanın
Kendini tanıması gerekir önce
Aynayı karşısına alıp saatlerce hatta günlerce konuşması gerekir kendiyle
İnsanın kendini tanıması gerekir önce
Ben neyim diyebilmesi gerekir…
Sonra dönüp mevlaya yaratıcıyı bilmesi gerekir
yani yaradılış gayesini …
Acaba mutlu olmak için mi yaratıldık
Sorusuna bir cevap bulması gerekir
Sonra mutsuz olmak mı diye sorması gerekir kendine…
Mutluluk ve mutsuzluğu tarif etmesi gerekir insanın.
Daha sonra anlamalar yüklemesi bu kavramlara
En son bir bakar hayat son noktayı koymuş kendisine dair
Ve o nokta yaradana kavuşma noktasıdır insanın
Neyi eksik neyi tam yaptığının sorgulanma zamanı gelmiştir
İyi için yapılan herşey bi kefede ağır basar bazen
Bezende mutlu olmak adına yapılan kötü şeyler ağır gelir…
İşin aslı da astarı da budur aslında
Mutlu olunmaz zaten
Mutlu olabilmek için birşeyler yapılır bu dünyada
Mutluluk o bir dünya işidir aslında
Bu dünyada mutluluk adına güzel şeyler yapmak cennettir
Mutluluk bu dünyanın değil o bir dünyanın ismidir aslında
Bu farkı anlamak gerek benceeeeeee
Bu yazıyı düzenle.

KAHROLASI SUSKUNLUK

Ve yine radyoda hüzünlü şarkılar
Elimde sigaram ve boş kadehler
Kahreder o çıldırasıya çığlıklar atacağım yerde
Boğazıma düğümlenen sözcükler.
Her defasında ölü sessizliğine büründüğüm saatler.
Her defasında ismini mırıldanarak geçtiğim kaldırımlar.
Oysa kaç defa söz vermiştim kendime
Artık yeterrrr!
Susma konuş diye.
Boşuna kendimi paralamışım değmezmiş aslında
Sana, sensizliğime ve kendime yanmalarım.
Ne çabuk geçiyormuş meğer zaman,
Neymiş bu acelecilik
Neymiş bu karmaşa?
Oysa ne ucuzmuş yaşamak
Ve tabiî ki yaşamaksa nefes almak
Bu defa denilen sözcük ne uzun yaşarmış.
Anlayamamışım onun sonsuzluğunu
Ve ağlayarak çölleri yeşertecek gözyaşlarımla
Çağlıyorum artık sana elveda,
Elveda içimi kemiren kahrolası suskunluk
Elveda…

SENSİZLİĞİME


Zamansız başlayan yağmurların ıslattığı
Bir damla suya muhtaç toprakların kuraklığında aradım seni
Ve zamansız başlayan sevdalara inat
Karanlık gecelere gömdüm sensizliği
Loş ışıklı sokak aralarında aradım seni
Yıldızlar yoldaşım, kaldırımlar sırdaşım oldu benim.
Yine sen yoktun o kahrolası zamansızlıklarda
Belki bir kitabın arasında bulabilirim diye
Çıldırasıya paraladım kendimi
Ama yine yoktun sen
Aslında nice çılgınlıklar geliyordu aklıma
Bu çileli şehirden defolup gitmek gibi
Yada silahı çekip şakağımın tam ortasından vurmak gibi…
Ama içimdeki sen hiç gitmeyecekmişsin
Her aynaya baktığımda
Yüzümdeki çizgilerin
Saçlarımdaki beyazlıkların suçlusu sen asla gitmeyecektin
Bir dağ yoluna bağlanıp gitmek vardı
Hani o hayaller ülkesine
İşte onu bile yapamadım ben
Sensizliğe kuracağım hayalleri sensiz yapamadım.
Artık mazide kalan o eski ben
O eski benim içimde hiç eskimeyen sen
Dediğin gibi oldu işte
Bir elinde ben
Diğerinde
Bensizlikten çaresiz kalacak o zavallı
Biçare sen!

YAŞAMAK MI)

Yaşamak mı?
Yaşamak bu kadar basit, bu kadar saniyeliktir işte. Bu kadar diyorum ya “bu kadar dediğin ne kadar?” diye sormayın lütfen. Yıldız kayması vardır ya hani, aslında aynen öyledir yaşamak. Evet, evet aynen yıldız kayması gibidir hayat. Bazen yürüyüşe çıkarsınız ya eşinizle, dostunuzla ya da ailenizle, bir konu açılmıştır herkes bir şeyler söyler de siz bir an gökyüzüne bakarsınız da “aa bakın yıldız kaydı” dersiniz yanınızdakiler semaya bakana kadar o yıldız kaybolup gider ya işte tam da öyle bir şey. Hayat da aynen o yıldız gibidir işte size özeldir, sizden başka hiç kimse göremez onun geceden ayrılışını. Hiç bir güç hiç bir zamanlama hiçbir hesaplama o anı yakalayamaz. Yaşamak da böyledir işte anlıktır ve yapmanız gereken tek şey tasarımlarsız yaşamaktır.
Bazen bir bakarız günlerce düşündüğümüz şeyler, yapmış olduğumuz planlar, programlar yok olup gitmiş aniden. Daha bir saniye sonrasını yaşayabilme ihtimalimiz bile ihtimalin milyonda bir ihtimaliyken bir gün, bir hafta, bir ay hatta bir yıl sonrasını düşünüp dururuz her daim. Yaşanmışlık derecesi tüm gerçekliğiyle ortada olan şu saniyelerde bile bilmem kaç kişi ne planlar yapmıştır ya da yapıyordur yaşanılması muamma olacak olan anlara dair. Kimse yanlış anlamasın ama bence kaybetmemişlerin uydurmasıdır plan program. Hayatında çok şey kaybettiğini zannedenler arasında ilk sıralarda ismini duyuran benim de planlarım vardı aslında. Daha bir ay öncesine kadar gecelerce düşünüp taşınıp ve nihayetinde en iyisi bunları bunları yapayım diye tasarladığım planlar. İlk olarak tenezzül edip girmediğim ve bu sorumsuzluğumun doğal sonucu olarak ilk sınavlarında düşük aldığım dersler için iki hafta geceli gündüzlü ders çalışacak, notlar çıkaracak ve son sınavlarda bombayı patlatacak kurtaracaktım hepsini ama ne yazık ki hiçbir sınava giremedim. İkinci planımsa şöyleydi; boyumdan büyük işlere kalkışma cesaretini göstermemden kaynaklanan girişimler sonucunda edindiğim ve altından çıkamayacağım kadar çok olan borçlarımı kapatmak için yaz tatilinde bir iş bulacak çalışacaktım. Kazandığım bu alın teri helal parayla da borçlarımı ödeyecek hata ve hatta bununla da yetinmeyip para biriktirecektim. Yeterince birikimim var artık dediğim vakit bir saniye bile beklemeyecek bu çileli, bu küçük şehirden uzaklaşacak, birkaç hafta kafa dinleyecektim. Şöyle güzel bir Karadeniz turu hiçte fena olmazdı. Yeşillik, deniz, doğa, manzara bir de vazgeçilmezim sessizlik… Tüm bu güzellikleri yaşadıktan sonra da İstanbul’a gidecektim, hani Üsküdar tarafındaki kız kulesinin tam karşısında bulunan o küçük kafe yok mu işte tam orda arkama yaslanıp denize karşı bir bardak ince belli, tavşankanı demli çay içecektim. Bu kadarcık mı yani diye düşünmeyin lütfen, kız kulesinin tam karşısında oturup bir bardak demli çay içmek tüm sıkıntılarımı alır benim. Özel hayatıma girmek istemiyordum, sadece planlarımdan bahsedecektim ama bazen böylesine samimi muhabbet de iyi oluyor. Neyse devam ediyorum programıma, İstanbul sefasından sonra tekrardan benim kadar küçük ve bir o kadar derin olan şehrime dönecektim. Hayata kaldığım yerden devam edecektim…
Ne kadar sıradan şeyler bu söylediklerim değil mi? Tüm bu bayağılılıklarına rağmen hiçbirini gerçekleştiremediğim bu yaşanılmamışlıkları düşündükçe sabah ezanını duyabiliyorum… Bu kadar basit şeyler uykumu bile alıp götürüyor ta uzaklara. Hepsi kocaman birer yalan olup gidiyorlar. Yaşamı var eden yaşanmamışlıklar değildir oysa böylesine basit şeylerdir. Ansızınlık ve basitlik asıl olan. Tüm yaşantılar sıcak bir haziran ayının kahrolası bir Pazar günü üç saniyenin içinde yani aniden bir hazan yaprağı gibi savrulup gidiyorlar işte… yaşantımız basit ve ansızın değişiveriyor böylece….